'''Alevî–Bâtınî dinî
i’tikadının tarihî gelişim süreci<ref>Not 1: Tarihî süreç içerisinde
çeşitli tarikât ve mezheplere olan yakınlığı açısından aşağıdaki yelpaze
içerisinde göreceli olarak konumlandırılabilir:
* Şîʿa-i Muhlîsîn: Sünnîler ve
Zeydîler
Haricîler: Ezarikâ, Sufr’îyye, Necedât, Acâride ve İbâz’îyye
Ghulat Şîʿa: Sebe’îyye, Keysân’îyye (Muhtâr’îyye/Keysân’îyyet-ûl-Hullas, Hâşim’îyye (Harb’îyye, Muâv’îyye/Cennâh’îyye (Hâris’îyye), Beyân’îyye), Râvend’îyye (Rizâm’îyye (Ebu Müslim’îyye (Sinbâd’îyye, Berkûk’îyye, Havâl’îyye), Muhammira (Mukannaʿîyye, Hürremdîn’îyye (Bâbek’îyye, Mazyâr’îyye, Kızılbaşlar), Kûl’îyye), İshâk et-Türk’îyye), Riyâh’îyye), Kebr’îyye), Hattâb’îyye, Bezîg’îyye, ve Hattâb’îyyet-ûl Mutlâka
Şîʿa-i Bâtın’îyye (İbn-i Meymûn): Hallâc’îyye, Hulûl’îyye, Alevîler (Tasavvufî-Bâtınîler), Hulmân’îyye ve Karmatîler (Ebû Saʿid’îyye, Cennâb’îyye)
İmamiye Şiası: Bâtınî İsmâilîyye ve İsnaaşeriyye
Mu'tezile: Vâsıl’îyye, Huzeyl’îyye, Nazzâm’îyye, Hâitı’îyye, Bişr’îyye, Mâ’mer’îyye, Muzdâr’îyye, Sumâm’îyye, Hişâm’îyye, Câhiz’ıyye, Hayât’ıyye, Cûbbâ’îyye ve Befşem’îyye
Şemân’îyye’den İslâmiyet’e bağlananlar: Babâîlik (Vefâ’îyye, İlyâs’îyye (Lokman Baba (Haydarîlik (Bektâş’îyye – Hacı Bektâş (Dedebabalık – Balım Sultan))), Aybek Baba (İshâk’îyye, Burak’îyyûn), Behlül Baba, Sarı Saltık Baba), Kızılbaşlık)
İslâmiyet’ten çıkan Dinler: Haşhaşilik, Nusayrîlik, Dürzîlik, Hurûfîlik, Nûktâvîlik (Noktacılık), Şeyhîlik (Ahisâ’îyye), Bâbîlik, Bahâîlik ve Ahmedîlik
İslâmiyet ile hiçbir zaman alâkalı
olmayanlar: Yarsanilik,
Yezîdîlik, Zerdüştlük,
Zurvanizm,
Mazdekçilik, Mani
dini, Sâbiîlik,
Budizm, Işıkçılık ve
Nebatiler
Kaynaklar:
1. Mustafa Öz, Mezhepler Tarihi ve Terimleri Sözlüğü, Ensar,
İstanbul, 2011.
2. Balcıoğlu, Tahir Harimî,
Türk tarihinde mezhep cereyanları, Kanaat Kitabevi, Ahmed Said
tab’ı, Hilmi Ziyâ neşriyâtı, 1940. </ref>
Alevîlik inancı, Anadolu’nun Müslümanlaşması sürecinde önemli izler bırakan, Hoca Ahmed Yesevî, Ebu'l Vefâ, Kutb’ûd-Dîn Haydar, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran, Taptuk Emre, Yunus Emre ve Abdal Musa gibi önemli dînî şahsiyetlerin fikirleriyle yapılandırılmıştır. Ayrıca Alevîlik, Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesîmî, İsmâ‘il Safevî (Hatai) ve Pir Sultan Abdal ile Hubyar Sultan’a da ayrı bir ehemmiyet vermektedir. Şah İsmâ‘il Safevî, Alevîlik inancının Anadolu’da yayılmasında çok önemli ve etkin bir rôl oynamıştır.1 Alevîlik inancının, Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş-ı Veli sayesinde ve ozanların nefesleriyle hayat bulduğuna inanılmaktadır.
Irak kıt’asında fi’len Şîʿa-i Bâtın’îyye’yi teşkilâtlandıran Meymûn’ûl-Kaddâh’dan itibaren zamanımızdaki Hindistan Bâtınîlerinin reisi ve Nizarî İsmailileri’nin mukaddes makâmının Sâhib-î Â’zamları olan Ağa Hanlar’a gelinceye kadar geçen on üç asırlık “Bâtınîlik” tarihini topyekün mütalaa etmedikçe bu önemli harekâtın ortaya çıkardığı mezhebe ait hakikî bir fikir elde edilemez. “Bâtınîlik Hareketi” Mısır’da Fâtımî Halifelerinden Ebû Tamîm Ma’add el-Mûstensir bil-Lâh’tan, İran’da Hükümet-î Melâhide’yi kuran meşhur Hasan bin Sabbah’ın Elemût’undan, Suriye Bâtınîler Reisi Râşid’ûd-Dîn Sinan’ın ikâmet ettiği Misyaf Kalesi’nden, Anadaolu’da bütün Bâtınîlerce üstâd-ı â’zam mertebesine yükseltilmiş olan Hallâc-ı Mansûr, Ebû’l Vefâ Harezmî, Baba İlyâs Horasanî, Hacı Bektaş Veli ve Fadl’Allah Ester-Âbâdî’den İmâd’üd-Dîn Nesîmî’ye kadar süregelen uzun bir yolda yürüyen şahsiyetlerden, bil’umum Afrika Bâtınîliği’ni idare eden İbn-i Meserret’ten, Hindistan Bâtınîliği’ni meydana getiren Ahmed bin Keyyâl’den, ve Türkistan Bâtınîliği’ni kuran Muin’ed-Dîn Nâsır-ı Hüsrev’den oluşan koca bir teşkilâtlanmanın ürünü olarak vücûda gelmiştir.
Bir taraftan eski İran ruhu ve perestişkârlığı ile Arap haricîliği, kendi siyâsi ihtirâslarını tatmin amacıyla kutsî birer hakikât şeklinde sundukları masalları, uydurdukları efsane ve hurafeleri, Şiîliğin umumî çatısı altında kaynaşan tarikât ve mezhepler aracılığıyla Türk toplumlarının i’tikatlarının içine sokmayı başarmış, onları ruhî bünyelerinden yaralayarak yüzyıllar boyunca gelişme ve ilerlemelerine engel olmuş, ve en nihâyetinde de onları İslâmiyet’in saf ve gerçek imân ve i’tikadından uzaklaştırmayı başarmışlardır. Diğer taraftan da mistik ve felsefî nazariyât vasıflarıyla bir takım tarikâtlerin tanıttığı efkârın temsilcisi konumunda bulunan, ve gün geçtikçe de göçebe Türk kâvimleri üzerindeki etkilerini arttıran Rind, Kalender ve Babalar, bilûmum “Şîʿa-i Bâtın’îyye” mezheplerinin Türkler arasında yayılmasında başrôlü oynamışlardır.2 İslâm’ın hudutlarının gün geçtikçe genişlemesi neticesinde Zerdüştîler, Mâniler, Harran Sâbîileri, Yunan felsefe sisteminin tâkipçileri, Keldanîler, Irak Nebtîleri, Asur dinlerinin kalıntıları ve Şamanîler hep Bâtınîliğin i’tikadî hudutları içerisine dâhil edilmiş bulunuyorlardı. Türkler arasında yüzyıllarca sönmeden süregelen bu akidelerin ilk kaynakları da Alevî-Bâtınîliği’nin yönetim merkezlerine bağlı bulunmaktaydı. Tüm Alevî-Bâtınî mezheplerinin temellerini oluşturan bu önemli yolun kökenin başka dinlerin şemsiyesi altında barındığı ve İslâmiyet’in bünyesine daha sonradan nüfuz ettiği anlaşılmaktadır. Karamîta, İsmâ‘il’îyye, Seb’îyye, Muhammer’îyye, Mübeyyize (El-Mukanna‘îyye), Nezzar’îyye, Sabbah’îyye ve Melâhide-i Bâtın’îyye gibi daha bir takım isimler de ayni “Bâtınî-Alevîlik” teşkilâtının çeşitli muhitlerde aldıkları değişik nâmlar arasındadır. Batılılar ise doğuda “Melâhide-i Bâtın’îyye” olarak adlandırılan kola “Haşşaşiyôn / Assassins” adını vermişlerdir.
Bu konuda ortaya atılmış birkaç kuram bulunmaktadır:
“Eshâb-ı Şek” adı verilen avâm mezhebin siyâsi kimliği ve taşıdığı dinî akideler hakkında herhangi bir fikre sahip değildi. Mezhebin asıl amacı ve gayesi sadece yüksek makamları işgal etmekte olan dâîler tarafından bilinmekteydi. Davetler dokuz mertebeye ayrılmış olup davetçiler de bu taksimata göre hareket etmeğe mecburlardı. Bu arada, “Bâtınîler” tarafından ortaya bir de “İmâm-ı Muhtafî” mes’elesi atılmıştı. Bu kurama göre, “Dünya hiçbir zaman imâmsız kalamaz ve de kalmayacaktır. İmâmet Ali’den İsmâ‘il bin Câ’fer-es Sâdık’a gelinceye dek hep aşikâr iken, İsmâ‘il bin Câ’fer’den sonra ise hep gizli kalacaktır.” Bu yeni kuram aracılığıyla “Şîʿa-i Bâtın’îyye Mezhebi” bir nev’i kendi yolunu imâm silsilesi açıkça belirgin olan Bâtınî İsmâilîyye mezhebinden de ayırmış bulunmaktaydı. Aslında, bu fikirde İran kisralarının muhteşem makâmları saklıydı. Ali’nin torunu Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn’in annesinin soyunun İran hükümdârlarından oluşu, ondan gelen nesil vasıtasıyla İrânîliğin merkezine işaret etmekteydi. Şîʿa-i Bâtın’îyye Teşkilâtı’nın güçlenmesi üzerine ʿAbd Allâh İbn-i Meymûn da artık Araplar’a karşı olan nefretini gizlemeye gerek görmemekte ve el altından Ehl-i Beyti imha siyâseti izlemekteydi.7
Abbâsîler devrinde (M. 750 – M. 1258) çeşitli Şîʿa fırkaları tarafından yönetime karşı gizli bir muhalefet hareketi tertip edilmekteydi. Bu muhalefet gruplarının arasında Ön-İsmâ‘îlî topluluklarının destekçilerinin en tanınmışlarından olan “Mûbârek’îyye” adı verilen topluluk ta yer almaktaydı. İsmâ‘îlî düşünce sistemine göre, İmâm Câʿfer es-Sadık (M. 702 – 765) ikinci oğlu olan İsmâ‘îl bin Câfer el-Mûbarek’i (M. 721 – 755) İmâmet’e veliaht olarak tayin etmişti. Bununla beraber, İsmâ‘îl babasından evvel vefat etti. Bazıları onun gizlendiğini iddia ettiyseler de, Ön-İsmâ‘îlî fırkaları onun ölümünü kabul ettiler ve İsmâ‘îl’in en büyük oğlu olan Muhammad bin İsmâ‘îl’i (M. 746 – 809) imâmları olarak tanıdılar. Muhammad bin İsmâ‘îl, mensuplarının çoğu Küfe’de oturan “Mûbârek’îyye Fırkası” ile olan alâkasını tüm yaşamı boyunca sürdürdü. İsmâ‘îl bin Câfer el-Mûbarek’in yedinci ve sonuncu imam olduğuna inananlar “Yediciler” veya “Yedici İsmâ‘îlîler” olarak tanımlandılar. M. 813 yılında Muhammed bin İsmâ‘îl’in vefatı üzerine “Mûbârek’îyye Fırkası” da ikiye ayrıldı. En önemli ve fa’al kolunu Karmatîler’in oluşturduğu “Yediciler,” İsmâ‘îl bin Câfer el-Mûbarek’in oğlu olan Muhammed bin İsmâ‘îl’in gizlenen Mehdi olduğuna ve bir gün adâlet dağıtmak üzere tekrar ortaya çıkacağına inandılar. Muhammed bin İsmâ‘îl’in öldüğünü kabûl eden ve daha sonraki yıllarda “Fâtımî İsmâ‘îlîleri” olarak ortaya çıkan küçük fırka ise günümüzde mevcut olan çağdaş İsmâ‘îlî mezheplerinin oluşumuna öncülük ettiler. Böylece, gizlendikleri yerleri ve isimleri bilinmeyen imâmların yönetimi altına giren İsmâilîyye mezhebi, kendi i’tikatlarını “Dâ’îler – Dâvetçiler” aracılığıyla ana karargâhları olan Suriye’den etrafa yaymağa başladılar. Bu hâdise, daha sonraları Mustâlîlik kolunun yayılmasında etkin bir araç hâline dönüşecek olan “Dâvah” hareketinin ruhânî başlangıcına işaret etmekteydi.
Arap ruhunu kendi içinden ağır bir şekilde yaralamağa yönelik çok önemli bir projenin uygulanmasında rôl üstlenen “Ebû’l-Hattâb Mehmed bin Zeyneb” adında çok zeki bir köle, gelecekte vuku bulacak hâdiseleri önceden kestirebilmeye olanak sağlayan bir ilmîn esrarına vâkıf olduğu iddiasıyla, müphem ve esrarlı fikirler üzerinde merak uyandırmağa pek müsait bir muhitte, “Benî Esed" havalisinde ortaya çıktı. “Ebû’l-Hattâb Mehmed bin Zeyneb” elinde bulundurduğu bir kuzu derisinin üzerinde yazılı birtakım işaret ve harfler vasıtasıyla “gizemli” bir ilmin keşf ve istihracından yararlandığını anlatmakta ve bu ilmin kendisine İmâm Câʿfer-i Sadık tarafından öğretildiğini de eklemekteydi. İşte doğuda hurûf ilminin temelleri arasında yer alan esrarlı bilgilerin başında gelen “Cifr İlmî” esasta bu kuzu derisine yazılı olan şeylerden meydana gelmekteydi. Bu karmakarışık ilimden hiç kimse bir şey anlamadığı gibi İmâm Câʿfer-i Sadık ta hâdiseden bihâberdi. Durum berraklığa kavuşur kavuşmaz Ehl-i Beyt’in riyâsetini temsil eden Câʿfer derhal “Ebû’l-Hattâb” ile hiçbir alâkası bulunmadığını ilân etti.8
“Ebû’l-Hattâb el-Esedî” tarafından tüm haramların helâl olarak kabul edilmesi fikri olan İbahiyye i’tikadının yayılmasına hizmet etmek amacıyla, ilk defa ʿAbd Allâh İbn-i Sebe’nin ortaya atmış olduğu “Ali’nin ulûhuyeti ilkesi” ile “Allah’ın Ali’in zâtında tecelli ettiği hulûl’îyye i’tikadı” üzerine inşa edilen, ve daha sonraları Bezîg’ıyye, Muammer’îyye, Umeyr’îyye, Mufaddal’îyye, Muhammise mezheblerinin de i’tikadî alt yapılarını oluşturan Hattâb’îyye Mezhebi’ne göre Allah önce İslâm peygamberi Muhammed Mustafa’nın zâtında tecelli etmiş olup, daha sonra da sırasıyla altı büyük imâm olan Ali el-Mûrtezâ, Hasan el-Mûctebâ, Hüseyin Seyyid eş-Şühedâ, Ali Zeyn el-Âb-ı Dîn, Muhammed el-Bakır, Câʿfer es-Sadık’a ve en son olarak da Ebû’l-Hattâb el-Esedî’nin vücutlarına hulûl etmiştir. Bu mezhebin fikirleri daha sonra ortaya çıkan “Bâtın’îyye” ve “İsmâ‘il’îyye” mezheplerinin i’tikatları üzerine de kuvvetle tesir etmiştir. Ebû’l-Hattâb el-Esedî’nin son peygamber olduğuna inanan takipçilerinin kurduğu “Hattâb’îyyet-ûl Mutlâka” mezhebi ne göre ise, “Ebû’l-Hattâb el-Esedî” en son imâm olup kendisinden sonra başka bir peygamber ya da imâm gelmeyecektir. Hulûl’îyye i’tikadı ve Ali’nin ulûhuyyeti tüm Ghulat-i Şîʿa mezheplerinde, İbahiyye i’tikadı ise “Haricîlik” ve “Şîʿa-i Bâtın’îyye” mezheplerinin çoğu kollarında mevcuttur.
Muhammed’in komutasındaki Müslüman kuvvetlerin Bedir Savaşı’nda bin kişilik Mekke paganları ordusunun başkumandanı olan Muaviye’nin babası Ebû Süfyân’a karşı kazanmış oldukları zafer büyük itibar kaybına uğrayan “Emevî” soyunun hem “Süfyânî” hem de “Mervânî” kollarını son derece rahatsız etmişti. Ebû Süfyân’nın oğlu Muaviye’nin kardeşi “Hanzala” da bu savaşta Ali bin Ebâ Tâlib tarafından öldürülenler arasındaydı. Ayrıca, öldürülen yetmişi aşkın Mekkeli içerisinde yirmi tanesini Ali öldürmüştü. Bedir’de kin ve nefretleri üzerine çeken diğer iki önemli şâhsiyet “Hamza” ile “Ammâr bin Yasir” idi. Bu üç kıymetli şâhsiyet daha sonra Bedir pagan ordusu başkumandanı Ebû Süfyan’ın karısı “Hint” ve oğlu “Muaviye” tarafından öldürülmüşlerdir.13
Soğud hükümdarı olan “Gorek” ile akit edilen antlaşmada Zerdüşt mâbedlerinde ne kadar mukaddes eşya varsa teslim edilmesi şartı konulmuştu. Bu maddeye dayanarak Buhara ve Semerkand mâbedlerindeki eşyaların tamamı Araplar’a teslim edildi. İslâmiyetin talimatı aleyhine olan ve mukaddes tanınan her şey Araplar tarafından ateşe atılarak imha edildi. Hiçbir Mecûsi’nin silâh taşıma yetkisi bulunmamaktaydı. Uygulanmakta olan bu gibi baskılar nedeniyle Maverâünnehir ve Türkistan şehirleri Emevî hükûmetine karşı sonsuz kin ve husumet duyguları ile dolup taşmaktaydı. Nihâyetinde, bu zulme dayanamayan yerli halk Maverâünnehir ve Türkistan şehirlerinde ihtilâller çıkardılar. Bunu duyan Horasan nâibi “Kuteybe bin Müslim” isyânı bastırma ve asayişin sağlanması adına şiddetli tedbirler aldı ve kardeşini bu işe memur tayin etti. Buhara ve Semerkandlılar’ın ellerindeki bütün silâhları toplatarak İslâmı kabul etmeyenleri cizyeye bağladı. Ayrıca Kuteybe Arap ordularında bulunan Suriye Nusayrîler’ini yeni zapt edilen şehirlerdeki evlere yerleştirmeğe başladı. Diğer taraftan da, Emevî valilerinin uyguladığı mezalimler gün geçtikçe artmaktaydı.14 Bunun üzerine dehşetli ıstıraba düşen Türkler, Araplar’ın ileri sürdüğü ağır şartları kabullenerek antlaşmak zorunda kaldılar. Böylece, zaten Haccâc bin Yûsuf’un uyguladığı mezâlim karşısında sabırları tükenenmiş olan Türkler de İslâmiyet’i kabullenmeğe başladılar.15 Araplar yeni feth edilen topraklar üzerinde yaşayan halkın arasından eski dinlerini terk ederek İslâma yeni girenleri ibâdete teşvik etmek amacıyla içlerinden Cuma Namazlarına katılanlara Beyt’ûl-Mal-i Müslimîn’den “2”şer dirhem ödeme yapmaktaydılar.16 Ayrıca ibâdetin Farsça ifâ edilmesine müsaade edildiği gibi, namazda da tercümesine sadık kalınması şartıyla Kur'an-ı Kerîm’in herhangi bir lisanla okunmasına Ulemâ da fetvâ vermişti.1718
İran ve Irak ihtilâllerinde “Bermekî” Hanedanının oynadığı rôllerden dolayı Süffahi Abbâsî’nin nazarında İranlılar, sanki bir hâlâskâr olarak algılandılar. Bütün devlet memuriyetleri birer birer onlara tahsis edildi. Hâlbuki, bütün inkılâbı filen yürüten ve sonra da kılıçla müdafaa eden Türkler bu gösterdikleri çaba ve hizmetlerine karşılık hiçbir mevki elde edemediler. Fergana ve Şaş Türklerinden oluşan Alevî dâîleri aldıkları tesirlerin etkisi altında kalarak farkına varmadan Fars millî kültürünün nüfuz alanının içine düştüler. İranlılarla Türkler’in karşılıklı uygar ilişkilerinin başlangıcı hakkında verilen bilgilere göre İskender ve Selefkiyan devirleri kadar geçmişe uzanan birtakım hâdiselerin arasında Türk kamları ile İran mübidleri Maverâünnehir topraklarında İslâmiyetin bir hayli ilerlediği zamanlarda dahi aynı kudsiyyet ile karşılanmaktaydılar. Diğer taraftan ise, Türkler ve İranlılar Arap mezalimi karşısında “ortak Alevî propagandalarına ihtiyaç gerektiren ihtilâl fikirleri” ile meşgul olmaktaydılar. Yüzyıldan fazla bir süredir devam eden muharebelerin uyandırdığı kin ve husumet, Emevîler’e karşı her iki mağlup olmuş olan Fars ve Tûran akvamını çok haklı bir dâvanın kazanılması uğrunda birleştirmişti.
Emevîler tarafından “Hanedân-ı Alevîyye” mensuplarına karşı uygulanan takibât ve gerçekleştirilen mezâlimden kaçmağa muvaffak olabilenler Irak kıt’asıyla, Türkistan ve İran yaylâlarına iskân edildiler. Neticede Taberistan, Azerbaycan ve Hazar Denizi kıyılarındaki ülkelerde yaşayan Alevî nüfus hızla artmağa başlamıştı.19 “Hanedân-ı Ehl-i Beyt” nâmına Hilâfet makamının ele geçirilmesine yönelik başlatılan ihtilâller, neticede bir sülâlenin başarısıyla sonuçlanır sonuçlanmaz asıl olan umûmî gâye ve hedefler hemen unutularak hâkimiyet bu yeni ailenin tasarrufuna teslim ediliyordu. Hükûmet kurmaya muvaffak olan Alevî zümreler içerisinde en uzun ömre nâil olan “Bâvendîler (Karahanlılar)” 372 sene süren saltanatları zarfında tam 25 tane hükûmdâr tarafından yönetilmişlerdi. “Alevîler” içerisinde başta en güçlüleri olan “Mısır Fâtımîleri” olmak üzere “Bâvendîler” kadar dört asra yakın bir müddet istiklâllerini sürdürmeğe muvaffak olabilenlere pek nadiren rastlanmaktadır. Batı Aksa’da kurulan ve bir buçuk asır süren “Benî İdris Alevî Hanedânlığı” ile daha kısa yaşayan “Alevî Devletleri” de burada bahsedilmeğe değerdir.
Alevîler kendi güvenliklerini teminat altına alma açısından Deylem, Mazenderan, Taberistan ve İran’da askerî harekâta uygun olmayan sarp dağlar üzerinde yer alan yüksek yaylâlardaki nehirlerin kıyılarında ikâmet etmekteydiler. Bağdat’taki hilâfet merkezinden çok uzakta bulunan bu muhitlerde Alevîler’in mevkileri hâlifelerin nüfuzundan çok daha fazla etkili olmaktaydı. “Dâî-i Kebîr” ve “Dâî-i Sâgîr” nâmı altında bağımsızlıklarını ilân eden “Sâhib-î Zuhurlar” hep bu çevrelerden yetişiyordu. Abbâsî Hâlifesi “Müstâin bil-Lâh” devrinde “Duât’û-Alevîyye” mensubu “Yahyâ bin Ömer Kûfî” huruç hareketi başlattığında Irak’ta Ehl-i Beyt’e bağlı ne kadar Alevî varsa hepsi onun önderliği altında birleşerek Abbâsî Orduları’yla kanlı bir muharebeye giriştiler. Bu şiddetli harpte katledilen Yahyâ’nın başının Bağdat’ta teşhir edilmesinden son derece müteessir olan Alevîler uzak ülkelere yerleştiler.20
Hicrî 98 / M. 717 yılında “Yezid bin Mühelleb” Taberistan, Cürcan ve etrafındaki şehirleri feth ettikten sonra bu muhitlerde Abbâsîler’den El-Mansur devrine kadar sürekli olarak kırk sene boyunca Alevîlik propagandaları yürütüldü. Hicrî 138 / M. 756 yılında ise Sünbâd (Sonpâth) adındaki bir Mecûsî İslâm âkideleri üzerinde bozguncu etkiler yaratan ve pek çok kişiyi peşinden sürükleyen yeni bir mezhep ortaya attı.21
Bu hadiseden otuz yıl sonra M. 785 yılında “Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn’in torunu Hasan bin Zeyd’ûl-Alevî” Taberistan’da “Hanedân-ı Ehl-i Beyt” nâmına dâvetlerine başladı. Hattâ “Benî Bâdüsîyân” nâmıyla meşhur “Rüstemdad” hükümdârı “Abd’ûl-Lâh” da Hasan bin Zeyd’ûl-Alevî’ye tâbi olanlar arasındaydı. Deylem, Âmül ve bütün Taberistan şehirlerinde “Alevîlik” propagandalarının şiddetli bir şekilde devam ettiği bu devirde “Rüstemdarlar’dan Feridun’un oğlu Bâdüsyân” hükümdârlık makâmına geçince Abbâsîler’in aleyhine fa’aaliyetler sürdürmekte olan ihtilâlcilerin önderi Hasan bin Zeyd bin Ali’ûl-Alevî’ye de büyük ihsânlarda bulunmuştu.
O sıralarda Abd’ûl-Lâh bin Tâhir’in Oğlu Muhammed’in dirliği olan Deylem-Taberistan kıt’ası, onun nâmına “Câbir bin Hârun” adındaki Hristiyan kâtibi tarafından yönetilmekteydi. Bu adamın yaptığı mezâlime tahammül edemeyen Taberistanlılar, Alevîler’den bir önderin etrafında teşkilâtlandılar. Bu yeni önderin daha deneyimli olan ve Cürcan’da yaşayan Hasan bin Zeyyid’i tavsiye etmesi üzerine ise, harekâtı yönetmek için Hasan bin Zeyyid’i Taberistan’a davet ederek Hicrî 250 / M. 864 yılının Ramazan ayında kendisine “El-Dâî’Kebîr Hâlife ve İmâm Bil’Hâkk” ünvânı vererek biât ettiler. Bu gelişmeler neticesinde Abbâsîler’in Taberistan valisi olan “Süleyman bin Tâhir” firar etmek zorunda kaldı. Etrafa mektuplar yollayan “Hasan bin Zeyyid” bu muhitlerdeki halkı kendisine biât etmeğe dâvet etti. Mülûk Bâvendîyye’den “Şehrîyâr” bu dâvete icâbet edenlerin başında gelmekteydi.
Hicrî 250 / M. 864 yılında yine Taberistan’da Nâsır’ûl-Hâk Alevî yeni bir huruç hareketi başlattı. Bunu müteakiben “Dâ’î Hayfer Hasan Kâsım Alevî”, “Seyyid Câ’fer”, “Seyyid Geylân” gibi çok önemli hâdiseler başlatan dâîlerin propagandaları neticesinde bu bölgelerde Abbâsîler büyük ölçüde itibâr kaybına uğrayarak her türlü nüfuzlarını da yitirmiş oldular. Arada geçen zaman zarfı içerisinde ufak tefek birtakım hükûmetlerin kurulmasına rağmen, bu hükûmetleri kuran sülaleler süreklilik ve istikrar sağlamayı başaramadıklarından birbirlerini takiben tarihin sahnesinden silinip yok oldular. Neticede Bağdat Hilâfet makamının hâkimiyeti bu bölgede kuvvetli bir şekilde hissedilmeye başlamış oldu. Daha sonra gelen devirlerde ise “Ahmed Hücistanî” adında bir sâhib-i huruç Curcan ve Taberistan’da ihtilâl çıkardı. Öte yandan da Hicrî 301 / M. 914 yılında “Sare” ve “Âmül” şehirlerini fetheden meşhur “Hasan bin Ali el-Utrus” on yedi yıl süren ayaklanması neticesinde Abbâsîler’in isimlerini bölgeden tamamıyla silmeyi başardı. Bir yandan Bağdad hâlifelerine karşı sonsuz kin ve husumet propagandaları yürüten dâ’îlerin tesirleri nedeniyle, diğer taraftan da Irak’taki hükûmet tarafından “Alevîlik” yanlılığıyla itham edilmeleri sebebiyle, binlerce insan Taberistan ve Gürgan yöresine göç etmek zorunda kalmışlardı. Hasan bin Ali En-Nâsır Li-Dîn-il’Lâh’ın ölümü üzerine “Leylâ bin Nûman”, “En-Nâsır’ûd-Dîn Allâh” unvanıyla yeni bir huruç hareketi başlattı. “Nişabur” ve “Tûs” şehirlerini işgal ederek Alevîler’in mevkîilerini bir hâyli kuvvetlendirdi.
Bu hâdiseler cereyân ederken Taberistan Alavîleri de el altından Bağdat’taki Alevîleri desteklemek maksadıyla mâlî yardımlarda bulunuyorlardı. Muhammed bin Zeyyid el-Alevî’nin tahsilâtından otuz bin altının Irak’ta mukîm sâdâta dağıtılmak üzere Muhammed bin Verd Attar’a gönderildiği haberi Bağdat’taki hâlife El-Mû’tezîd bil-Lâh’a ihbâr edilmiş fakat halife bu yardımların sahiplerine ulaşmalarına engel olmak istememişti. Bağdat’ın “Büveyhîler” tarafından fethine kadar Şiî ve Sünnî mücadeleleri en hararetli şekliyle devam etti.
Fâtımîler’in Mısır’da hükûmet kurmaları üzerine Mısır dâîleri Suriye üzerinden uç Anadolu’ya, Horasan’a ve Türkistan’a gelmeye başladılar. Horasan’da oturan büyük dâî, Maverâünnehre ve oradan daha esaslı bir teşkilât oluşturabilmek amacıyla Nesef ve Buhârâ’ya geçmişti. “Bâtınîler”, artık Abbâsîler’e karşı en önemli dâîlerini Kahire saraylarından ithâl etmeye başlamışlardı. "EbûʿAlî el-Mansûr el-Hâkim bi-EmrʿAllâh" ve "Ebû Tamîm Ma’add el-Mûstensir bil-Lâh" gibi Bâtınîliğin dâî a’zâmlık mertebesine ulaşmış olan hâlifeler, bu harekâtın idaresini tüm hassasiyetleriyle ellerinde tutmakta ve en ehliyetli dâ’îlerini Türkistan’a tayin etmekteydiler. Deylem’e Ebâ Hâtim, Nişabur’a Ahmed Nesefî ve Ebû Yakûb Sizcî, Maverâünnehir’e Bendanî, Hindistan’a Ahmed bin Keyyâl (H. 270, M. 884), Endülüs’e İbn-i Meserret (H. 310, M. 923) gibi çok iktidarlı dâ’îler “Bâtınîlik Teşkilâtını” oluşturmak üzere atanmışlardı.
Tarihi olarak 9. yüzyılda oluşmaya başladığı 11. yüzyılda oluşumunu tamamladığı kabul edilmektedir. Bâtınîler inanışlarını tarih boyunca daîler aracılığıyla yaymaya çalışmışlardır. 11. yüzyılda Hasan Sabbah’ın görüşleri etrafında oluşan akım Fâtımîler tarafından desteklenmiştir. Liderleri Hasan Sabbah Kazvin bölgesindeki Alamut Kalesi’ni kendisine merkez yapmış ve fedaileri aracılığıyla Nizamülmülk'ün de aralarında bulunduğu birçok devlet adamını gizlice suikast sonucu öldürtmüştür. Melikşah döneminde güçlenen hareket ortadan kaldırılmak istenmiş ancak Melikşah’ın ölümü üzerine başarılı olunamamıştır. 13. yüzyıl ortalarına kadar etkili olan bu hareket 1256’da Moğol hükümdarı Hülagü'nün Alamut Kalesi’ni yıkması ile ortadan kalkmıştır.
Amid’ûl-Mülk’ün teşvikiyle bütün bid’atçiler ile Eş’arîler aleyhinde Kerrâmîler ve Hanefî olan Mu'tezile’nin de desteğini alarak şiddetli bir takibat başlatıldı. H. 455 / M. 1063 yılında Sultan Tuğrul’un ölümü üzerine Alp Arslan sultan oldu. Şîʿa-i Bâtın’îyye dâîsi vezir Amid’ûl-Mülk H. 465 / M. 1073 yılında hapsedilerek yerine “Hoca Nizâm’ûd-Dîn Tûsi” “Nizâm-ûl’Mülk” adıyla vezir oldu. Amid’ûl-Mülk ise bir yıl sonra i’dam edildi. “Nizâm-ûl’Melik” çokça paralar sarf ederek Bağdat’ta Dicle’nin kenarına Şîʿa-i Bâtın’îyye hareketlerine karşı müdafaada bulunacak muktedir kelâm ve felsefeci âlimler yetiştirmek amacıyla “Nizâmiye”22 isminde muazzam bir Dar-ûl’Fünûn yaptırdı. Vaktiyle arkadaşı olan ve Fâtımîler halifesi “Mûstensir bil-Lâh” tarafından Elamût Dâî-i Â’zamlığına atanmış olan “Hükümet-i Melâhide-i Bâtın’îyye Reisi Hasan Sabbah” tarafından hançerletildi.
Fâtımîler’in son halifesi olan El-Âzıd bil-Lâh’ın H. 566 / M. 1171 tarihinde vefatı üzerine Şâfiî olan Salâh’ed-Dîn-i Eyyûbî Mısır’a yerleşti. Bunun üzerine iki yüz yetmiş sekiz sene süren Mısır Şîʿa’sının tarihe karışması neticesi “Mısır Şîʿa-i Bâtın’îyyesi” mensupları da çeşitli ülkelere dağılmak zorunda kaldılar. Böylece, Sultan Salâh’ed-Dîn-i Eyyûbî’nin baskısından bunalan Bâtın’îyye dâîleri bu yeni bağımsızlığına kavuşan bölgelere göç ettiler. O sırada Bağdat’ta hilâfet makamında oturan Ebû’l Muzaffer el-Müstencit bil-Lâh’ın Elemût Şeyh-ül’Cebelleri tarafından suikaste kurban gittiği haberi geldi. Bunun üzerine Bâtınîler aleyhinde şiddetli fetvâlar yayınlanmaya başlandı. İlk fetvâyı da Rüstemdârı âlimlerinden ve meşhur fukahadan olan imâm Fahr-ûl’İslâm Rûyânî verdi. Bundan son derece müessir olan Bâtınîler, sonunda Fahr-ûl’İslâm’ı da hançerletmeyi başardılar.23 Neticede, Bağdat’taki hilâfet makâmı Bâtınîler’e karşı tavizkâr davranmak zorunda kaldı. Ebû’l Muzaffer el-Müstencit bil-Lâh’ın torunu olan “En-Nâsır’ûd-Dîn’Allah” halife olunca Şîʿa-i Bâtın’îyye’ye karşı daha teveccühkâr bir tutum izledi. Hattâ bazen teşvik dahi etti.24
Bâtınîler tarafından Budizm’in düşünce yapısı tasavvuf yolundan ayrılan ayrı bir bâtınî mezhep halinde sunulurken, Manî ve Mazdek gibi dinlerin temsil ettiği i’tikadî manzumeler İbâh’îyyûn tarafından özümsenmekteydi. Hristiyanlığın telkin ettiği tanrının insana benzeyişi ve İsa’ya hulûlü kuramı gibi hoşa giden ve zihinlere en uygun gelen kısımları ise Bâtınîliğin “Alâllah” kulları tarafından temsil edilmesi şeklinde arz edilmekteydi. Ayrıca, Türk dininin i’tikadî kuramları içerisinde yer alan Gök Tanrı ile Ali bin Ebu Talib’in semâvî mekânları birbirleriyle tam bir uyumluluk göstermekteydi.2829
Bâtın’îyye tarafından yayılmakta olan inançlar en fazla Türkmen boyları arasında rağbet görmekteydi. Sünnî din adamları ve fakihlerinin dinî hükümlerde çok ağır ve cezalı bazı sonuçlar ile tâbilerini sorumlu tutmaları, medresenin haşin ve asık suratlı bir çehre ile sürekli olarak Cehennem azabından bahsetmesi, Bâtınîlerin fa’aliyetlerini son derece kolaylaştırıcı ve taraftar toplamalarına yardımcı olacak ortamı hazırlamaktaydı. Dinin zâhir’iyle onun te’vil ve tefsirini izah eden hükümlerinde derin ayrılıklar oluşmuştu. Onun için İslâmiyet’in bağrında yer almak isteyen çeşitli din ve âkideler, hep bu te’vil yolunu kullanarak İslâmiyet’in içerisine girdiler. Kur'an-ı Kerîm’deki bazı sûrelerin başında bulunan tek harflerin ve bir takım te’vilâtı davet eden âyetlerin bulunması bu konuyla ilgili çok geniş bir alanın oluşmasına sebebiyet verdi.
Orta Asya’da yaşayan ve Türkler’in dini olan Şamanizm, Pamir’e kadar gelen Alevî-Bâtınî dâîlerinin savunduğu ilkeler ile kolayca kaynaşabilecek akideler ihtiva etmekteydi. “Bâtınîler” eski Türk dîninde mevcut olan bir takım inançlar ile “Şîʿa-i Bâtın’îyye” arasındaki benzerlikleri kullanarak büyük istifade köprüleri oluşturdular. Bu hususta en çok yararlandıkları fikir ise Ali bin Ebû Tâlib’in şahsiyetinin ilâhlaştırılması ve kendisine Türk ilâhlarının en büyüğü olan ve göğün en üst katında oturan Gök Tanrı’ya eşdeğer bir makam atfedilmesi olmuştu. Büveyhîler gibi Abbâsîler’e düşman olan Kutb’ûd-Dîn Muhammed Harzem Şah’ın hilâfetin Ali evlâdına devredilmesi için girişimlerde bulunması da Türkler üzerinde “Şîʿa-i Bâtın’îyye” lehine çok kuvvetli etkiler oluşturmuştu. “Kutb’ûd-Dîn Muhammed Harzem Şah” zamanın Abbâsî Hâlifesi En-Nâsır’ul-Lâh’ın yerine Sâdattan Seyyid Abd’ûl-Melik Tırmizî’yi geçirmek üzereyken Moğolların taarruza geçtikleri haberinin etrafa yayılması üzerine kendi ülkesini savunmak için memleketine geri dönmek zorunda kalmıştı. Şeyh Şihab’ed-Dîn Ömer Sühreverdî’nin Havarezmşâh’ın huzurunda Abbâsî Hâlifeliği’nin sürekliliğinin sağlanmasının gerekliliğine lehinde uzun bir nutuk attığında Kutb’ûd-Dîn’in şiddetli muhalefetine mâruz kalmıştı.
Moğol istilâsı esnasında Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin tahrikâtı sebebiyle Moğol mezaliminin sahası epey genişlemişti. Save ve Nişapur şehirlerinin tahrip edilmesinden sonra Mazenderan ülkesini istilâ eden Moğollar Bâtınîlerin kışkırtması neticesinde önce bütün Sünnîleri öldürdüler, daha sonra da bu harekâtın ne kadar ahlâkî olduğunu bilumum Şiîleri katletmek suretiyle kanıtladılar.31 Bu devirde Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin Dâî Â’zamlık makamında “Hükümet-i Melâhide-i Bâtın’îyye Reisi Nûr’ed-Dîn Muhammed Sânî” oturmaktaydı. Elemût’un propagandaları neticesinde Bağdat’taki çok önemli Şiî teşkilâtı, bütün Bâtınî âlemini yönetmekte olan “Hükümet-i Melâhide-i Bâtın’îyye” merkezine bağlandı.
Cengiz ve Hulâgû ordularının tâkibâtından kaçan Şiî fırkalar, Mısır, Şam, Irak, İran, Azerbaycan, Faris ve Horasan kıt’alarına yayıldılar. İran’daki İsmâi‘lî kaleleri işgal edilmesi sürecinde Hulâgû ile birlikte meşhur müverrih Alâ’ed-Dîn Cüveynî de yanında bulundu. Bu âlim Elemût kütüphanesinini tetkik etmek için Hulâgû’dan müsâde almıştı. Bu olayların vuku bulması esnasında Şiîliğe giren pek çok Türkmen dâîleri Oğuz aşîretleriyle birlikte batıya doğru ilerlemekteydiler. Bu Türkmenler Selçuklular’a karşı hudut muhafaza bekçiliği yapmaları maksadıyla İlhanlılar tarafından vazifelendirilmişlerdi. “Mengü Kaan” tarafından Anadolu genel valiliğine atanan “Sâmuk Noyin” atandığı bu yeni görevine başlamak üzere gelirken yanında Şihab’ed-Dîn Ömer Sühreverdî halifelerinden Şeyh Taky’ed-Dîn Esen bin Satuk Şirvanî’yi de beraberinde getirmişti.
Batı İran ile Anadolu’da yedinci hicrî asırdan itibaren dört yüzyıl süresince aralıksız süregelen dinî karışıklıklardan dolayı ortaya birçok tarikât ve zümreler çıkmıştı. Horasan Melâmetîliği’nin kurulduğu yer olan, ve üçüncü hicrî asırdan itibaren birçok mutasavvıfın vatanı olarak bilinen Nişâbur’da Hamdun’el-Kassar’dan sonra daha birçok hulûl inancı ihtivâ eden ve dinîn zâhirî ahkâmına muhalefet eden “İbahiyye” mensûbu “Şîʿa-i Bâtın’îyye” toplulukları çoğunlukla Melâmîyye’nin içerisine dâhil oldular. Şeyh Cemâl’ed-Dîn Sâdî’den itibaren Suriye, Mısır, Irak, Hindistan, Orta Asya sınırlarına kadar genişleyen ve “İbaha” i’tikadı gereği birçok tavır, tutum ve ibâdetin zâhirî hükümlerinin yerine getirilmesi mevzuunda göstermiş oldukları kayıtsızlıklarıyla dâima şiddetli kınanma ve eleştirilere mâruz kalan Kalenderîler32 ile eski yazarlar tarafından “Tâife-i Abdalan ve Cevâlika” olarak isimlendirilen çeşitli tarikât mensuplarının, Osmanlı yazarlarınca abdal, âşık, torlak, şeyyâd, Hâydarî, Edhemî, Câmî, Şemsî3334 gibi aynı mânaları taşıyan ifadelerle anıldıkları görülmektedir. Bunların hepsi de ortak kanallardan süzülenen benzer i’tikatların çeşitli parçalarını barındırmaktaydılar.35
Kalenderîler en koyu Alevîler olmaları nedeniyle Suriye, Halep Bâtınî merkezinden aldıkları kuvvetlerle, Anadolu’da bulunan ve diğer Bâtınî merkezlerinden ayrı ve bağımsız yaşamakta olan Bâtınîleri takviye ettiler. “Kalenderî – Haydarî” unvanı taşıyan ve dış görünüşleri itibarıyla tasavvuf kisvesi altında Türkmen boyları arasına yerleşen babalar Anadolu’daki Bâtınîlik hareketlerine olanca güçleriyle destek oldular.
Haydarîler, Kûtb’ed-Dîn Haydar’a mensup oldukları gibi “Haydârnâme” adıyla şeyhinin nâmına bir de eserî bulunan meşhur Pendnâme yazarı “Ferîdüddîn-i Attâr” da onun başlıca hâlifelerindendi. Altıncı hicrî asrın sonlarında büyük şöhreti sayesinde pek çok Türk’ü kendi intisabına almaya muvaffak olan Kûtb’ûd-Dîn Haydar’ın bizatihi kendisi de aslen Türk ırkındandı. Konya’da Mevlânâ Celâl’ed-Dîn’in şöhretinin afâkı tuttuğu bir devirde bile Kûtb’ûd-Dîn Haydar’ın hâlifeleri bağımsız zâviyelere sahiptiler. Mevlânâ Celâl’ed-Dîn’in yanında “Hacı Mûbârek Haydârî” adında bir Haydârî hâlifesinin de pek büyük bir hâysiyet ve itibâr sahibi olduğunu Eflâkî kaydetmektedir.36
Bu devirde Anadolu’da Bâtınîliğin en önemli propaganda merkezini Sultan Mes’ud evvel tarafından yaptırılmış olan Mes’udiye tekkesi temsil ediyordu. Anadolu Selçukluları’nın nüfuz ve hâkimiyet sahaları tamamen Moğollar’ın denetim ve müsaadesine tâbi bulunuyordu. Birçok şehirlerde İlhanlılar’ın himâyesi altında Şiîliği neşreden “Bâtın’ûl-Mezhep Babalar” tarafından açılan zâviyelerin sayıları da gün geçtikçe artmaktaydı. Moğollar’ın nüfuzuyla Mes’udiye Medresesi müderrisi Sünnî âlimlerden “Şeyh Mecd’ed-Dîn İsâ” azledilerek yerine Şîʿa-i Bâtıniyye’nin en değerli dâîlerinden “Şems’ed-Dîn Ahmed Baba” atandı.
Samânîler devrinin İranî bir simâ göstermesi ve Abbâsîler’in de İran-perestişkârı olarak tarihin huzuruna çıkması gibi yedinci hicrî asırda Konya’da Mevlânâ Celâl’ed-Dîn’in tesiri neticesinde Selçuklu saraylarında yaşayan şairler Anadolu’da İranîliğe doğru şiddetli bir sevgi uyandırmışlardı. Bu tesirler altında kalan Konya Selçuk sultanları da ayni duygu ve hisler içerisinde İranın tantanalı hükümdar adları ile kendi şehzâdelerini çağırmağa varacak kadar aşırı derecede ifrata kaçan birer İran hâyranı ve tâklitçisi olarak yetişmekteydiler. Konya Selçuklu sarayındaki şehzadeler hep Keyâniyan ve Sâsâniyan hükümdarlarının isimleriyle çağrılır olmuştu. Bu kültürün etkisi altında yetişen kibâr ve tâhsilli sınıflar, âlimler, şeyhler ve şâirler olanca güçleriyle İran dil ve edebiyatının gelişmesine hizmet ederlerken, diğer taraftan da asıl i’tikadi unsurları bünyelerinde barındıran Bâtınî Babalar bütün Türk ve Türkmen boylarını bir millî birlik ruhuyla birbirlerine kaynaştırmak için yoğun gayret sarfetmekteydiler. Öte taraftan devletin resmî dili ise Farsça’ydı.
“Horasan Erenleri”37 nâmıyla Oğuz boyları arasında kendilerine yer edinen “Şia-i Bâtıniyye dâîleri” ve millî lisân ile konuşarak halkın ruhiyatına pek uygun telkinlerde bulunan “Bâtınî-Babalar,” iptidaî bir şer’ait içerisinde yaşamlarını idâme ettirme mücadelesi sürdüren, ve şehirliğin ince yaşam tarzını bilmeyen “Türk Özleri” yanında kendilerini birer “Veli” olarak tanıtmayı başarıyla becermişlerdi. Bâtınîler, süslü nâzım lisanından bir şey anlamayan bu aşîretler arasında düzenledikleri sazlı ve şaraplı meclislerde geçmişin tüm hurafe ve efsanelerini halka nakletmek suretiyle insanların gönüllerinde ilâhi duygular uyandırmaktaydılar.
Selçuklu Hanedanı iktidara geldiklerinde Bağdat hilâfetine düşmüş olan Mısır Fâtımîleri’yle, aslında Şîʿa’nın Nizar’îyye kolu mensuplarından olan “Hükümet-i Melâhide-i Bâtın’îyye Reisi” ve bütün “Bâtınîler’in Sahib-î Â’zam-ı” Hasan Sabbah’ı karşılarında buldular. Bilâhare Moğol istilâlarının başlamasıyla sahip oldukları karışık i’tikadların etkisinde kalarak vicdanî oluşumlarını kaybetmiş olan önemli kütleler, Moğol ordularının arasına karıştılar. Anadolu Selçuklu sultanlarından Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd zamanında Halaç ve Kapçak gibi Türkmen kabilelerinden pek yoğun kütleler de Anadolu’ya yerleşmekteydi. Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın baskıcı tutumundan rahatsızlık duyan kabileler ve Harezm Türkmenleri Selçuklu Hanedanı’nın kendilerine duyduğu güvenle Anadolu Selçuklu Devleti’nin savunma kuvvetlerini teşkil etmekteydiler. İkinci Gıyas’ed-Dîn devrinde Amasya Bâtınî merkezinin etkisiyle bu Harezm Türkleri Selçuk ülkelerinden çıkartılarak Halep, Suriye ve El-Cezire muhitlerine dağıtıldılar. Konya Selçuk Sarayının hasmane siyâsetînden kuşkulanan Şîʿa-i Bâtın’îyye dâîlerinden oluşan büyük bir topluluk ta bu Türkmen kabileleriyle birlikte göç ettiler. Harezm ülkesinin pek çok mezhep çatışmalarına sahne olduğunu fırsat bilen Bâtınî dâîleri, Harezmliler’in Anadolu Selçukluları tarafından kovulmaları fırsatını çok iyi değerlendirerek bütün kuvvetleriyle kendi âkide ve dâvalarını tasavvuf kanallarından geçirerek neşretmeye başladılar.38
Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın harekâtından memnun olmayan aşîretler ondan ayrılarak Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd’a iltica etmişler ve Selçuklular ülkelerine gelen bu aşîretlere de Sivas, Çorum, Engürü’ye kadar olan yörelerde yaylâk ve kışlaklar tahsis edilmişti. Bunların Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın maiyetinden ayrılmalarına rastlayan zamanlar zarfında Hacı Bektaş hâlifelerinden bazıları da onların içlerine nüfuz etmeyi başarmışlardı. Şîʿa-i Bâtın’îyye dâîleri sıfatıyla bu topluluklar üzerinde önemli bir nüfuz kazanmışlardı.39 Harezm ve Azerbaycan’dan gelen bu aşîretleri Anadolu ahalisi Tatar ve Moğol artıkları nazarıyla görüyordu. Bektaşî babalarından Ahlat, Diyâr-ı Bekir vilâyetlerinden önemli bir grupla beraber Harzemliler arasında da Burak Baba müridlerinden yine ayrı bir parti propagandalarda bulunuyorlardı. Bu devirde Burak Baba’nın Anadolu’da yaygın bir şöhreti vardı.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküşünün başlangıcı olan Gıyas’ed-Dîn-i Key-Hüsrev-i Sâni’nin Kösedağ yenilgisi ( H. 640 / M. 1243 ) üzerine Anadolu’nun tamamı Moğollar’ın denetim alanı içerisine girdi. Anadolu’nun tamamı Aksaray’da ikâmet eden ve barışı tesis etmek ile görevlendirilmiş bir Moğol valisi tarafından yönetilmekteydi. İşte bu fetret devrinde, Celâl’ed-Dîn Harzem Şâh Menküberti’nin ordularıyla Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Bâtınîye dervişleri de devletin takibatından kurtulmuş olarak fa’aliyetlerini serbestçe sürdürmekteydiler. Anadolu’nun her tarafında Şiî ve Bâtınî-Alevî babalar tarafından art arda zâviyeler açılmaktaydı. Sultan Mes’ud Evvel’in Amasya’daki tekkesine Baba İlyas Horasanî gibi Şîʿa-i Bâtın’îyye Mezhebi’nin en meşhur bir dâîsi postnişin olmuştu. Vaktiyle, İlhanlı saraylarında mâkam ve mevki sahibi olan Şiî âlimler Anadolu Selçukluları’nın Moğollar’ın himayesi altına girmeleri fırsatından istifadeyle Anadolu’ya yayıldılar.
Melik Dânişmendiye devrinde bütün Anadolu’da meşhur olan Horasanlı Baba İlyas, “İbrahim Bey’in oğlu Yağ Basan Bey” zamanında Kayseri’ye kadı tâyin edilmişti. Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd tahta geçtiğinde, Amas’ya Kadılığı’na Taky’ed-Dîn’i, Mes’udiye Müderrisliği’ne Tâc’ed-Dîn Yûsuf Tebrizî’yi, Hankah Mes’udiye Şeyhliği’ne de Tâc’ed-Dîn Ebû’l Vefâ Harezmî’yi atadı. Ebu'l Vefâ’nın ölümü üzerine de yerine onun hâlifelerinden Kayseri Kadısı ve Şîʿa-i Bâtıniyye’nin en meşhurlarından olan Babâîler pirî Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyâs Horasanî’yi tâyin etti.
Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd iktidara geldiğinde “Mûhy’id-Dîn Muhammed bin Ali bin Ahmed Tahimî” adında İran’dan göç etmiş bir Şiî’yi Sivas’a kadı olarak atadı. Vaktiyle Şiraz’da önemli bir mevkî sahibi, felsefe ve bâtınî îlimlerde bir hâyli meşhur, belâgatlı söz söyleme üstâdı ve yüksek iktidar sahibi olan bu âlim adamdan Baba İshâk Kefersudî nâmında “Binaz” hanedanına mensûp bir Rum40 asıllı dersler görmekteydi. Baba İshâk Şirâz’da Mûhy’id-Dîn’in derslerine devam ederken, Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin Elemût’taki Dâî Â’zamı “Hükümet-i Melâhide-i Bâtın’îyye Reisi Âlâ’ed-Dîn bin Muhammed bin Hasan-ı Sânî” tarafından Anadolu Dâîliği’ne atandı. Bu sırada Hocası Mûhy’id-Dîn Tahimî’nin Sivas Kadılığı’na tâyin edilmesi fırsatını çok iyi değerlendiren Baba İshâk, hocasının himâyesi altında Anadolu Selçuklu Hükûmeti’nin de güven ve teveccühünü arkasına alarak Şimşat yakınlarında Kefersud nahiyesinde Elemût merkezli Şiîlik propagandasını ve “Melâhide-i Bâtıniyye” i’tikadını neşriyâta başladı. H. 621 / M. 1225 yılında Mûhy’id-Dîn-i Ahmed Tahimî’nin vefâtından sonra hükûmet aleyhinde yaptığı tahrikâtın duyulması üzerine Baba İshâk bir süre gizlenmek zorunda kaldı. Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyas Horasanî’nin Amas’ya Mes’udiye tekkesine şeyh olduğunu öğrenince hemen oraya giderek kendisine mürid oldu. Baba İlyas Tekkesi’nde “Amas’ya Valisi Toğrak Bey” ile olan pîrdâşlığı sayesinde halkın gözünde itibarını gün geçtikçe artırmaktaydı.41
Vefâ’îyye tâkipçilerinden Ebu’l Bekâ Baba İlyas bin Ali el-Horasânî ve müridi Baba İshâk Kefersudî’nin çıkardığı Bâbâ’î ayaklanması, bugünkü Alevî-Bâtınî yerleşim yerlerini belirleyen isyândır. Anadolu’da Alevî nüfusun yoğun olduğu bölgelerde etkili olmuştur.
Sâd’ed-Dîn Köpek Baba İshâk Kefersudî’nin Selçuklu sarayına memur olarak gönderdiği bir müridiydi. Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd ile şehzadesi İkinci Gıyas’ed-Dîn Key-Hüsrev devirlerinde Konya sarayına hulûl etmeyi ve “Şîʿa-i Bâtıniyye” nüfuzunu oraya sokmayı başaran bu bâtınî dervişi kendisine sarayda bazı taraftarlar edinmeyi de başarmıştı. Bu devirde Moğol istilâları nedeniyle Orta Asya ve Maverâünnehir’den ayrılan ve Suriye yolundan geçen Şiîlerin en tercih ettikleri vatan Selçuklular’ın hükümran oldukları ülkelerdi. Sahib olduğu sahte vatanperverlik duygularıyle çevresinin etkisi altında kalan Şehzâde Gıyas’ed-Dîn Moğollarla itaatinden dolayı babası Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd’ı H. 634 / M. 1237 yılında zehirleyerek tahta çıktı. Böylece Köpek te Emîr Sâd’ed-Dîn unvanıyla vezîr-i â’zamlığa atandı. Müridi Sâd’ed-Dîn Köpek’in elde ettiği bu başarılar sayesinde itibârını artıran Baba İshâk Kefersudî idare etmekte olduğu Anadolu’daki Bâtınîlik Teşkilâtı’nı daha da büyütme fırsatını yakaladı. Tokat, Canik, Çorum, Sivas, Karahisar vilâyetlerinde Ebu’l Bekâ Baba İlyâs Horasânî adına yaptığı dâvetlerine daha da önem verdi. Onun bu fa’aliyetleri neticesinde binlerce insan Selçuklu düşmanı olarak “Bâtınî” oluyorlardı.42
Müridi Sâd’ed-Dîn Köpek’in Anadolu Selçuklu vezîr-i â’zamlığına yükseltilmesi ve kazandığı başarılardan son derece memnuniyet duyan Baba İshâk Kefersudî, o zamana kadar Baba İlyas Horasânî nâmına yaptığı dâvetlerden vazgeçerek kendisini ön plâna çıkarmağa başladı. Yirmi bin ihtilâlciden oluşan bir kuvvet ile H. 632 / M. 1235 yılında huruç hareketi başlattı. “Emîr’ûl-Mü’minîn Sadr’ûd-Dünya ve’d-Dîn ve Resûl’ûl-Lâh Baba İshâk” ünvânıyla hâlifeliğini ilân etti. El-Mukannaʿ benzeri bir şekilde Muhammed’in ruhunun Ali’ye, Ali’den de kendisine hulûl ettiğini iddia ediyordu. Şimşat, Urfa, Kefersud, Maraş, Ayintâb’dan gelen ve Suriye kıt’asındaki Halep Bâtınî merkezinden takviye edilen binlerce fedainin katılmasıyla birdenbire elli bin kişilik büyük bir ordu haline dönüşen “Şîʿa-i Bâtıniyye Fırkaları” Amasya, Tokat, Sivas, Çorum’dan batıya doğru ilerlemeye ve civar şehirlere saldırmağa başlamışlardı. Bâtınî – Babâî Ordu’su önlerine gelen bütün engelleri yıkıp hızla Konya’ya doğru ilerliyorlardı. Babâîler’in bu huruç hareketi karşısında tecavüze uğrayan memleketlerin seçkinleri, ulemâ ve eşrafı Mısır’a, Pâyitaht Konya’ya ve Anadolu’nun diğer hücra köşelerine doğru kaçışmaktaydılar. Sonunda durumun vahameti ve ihtilâlin ne kadar geniş bir alana yayıldığı hükümdara anlatıldı. İhtilâlin müsebbipleri arasında olduğu anlaşılan Baba İshâk Kefersudî’nin müridi Vezîr Sâd’ed-Dîn Köpek derhal i’dam edildi.
Birçok cephede Babâîler ile çarpışan Selçuklular, nihâyetinde Baba İshâk Kefersudî ve tâbi’lerini H. 637 / M. 1240 yılında Amasya Kalesi’nde ele geçirerek i’dam ettiler. Anadolu’da çıkan bu kanlı ihtilâlden son derece memnuniyet duyan “Şîʿa-i Bâtıniyye Dâîleri” Olcaytu’nun sarayından Anadolu’nun dört bir yanına yayılmağa başladılar. Cereyan eden bu elîm hâdiselerden yeise kapılan ve İlhanlılar’ın baskılarından usanan Sünnî âlimler de Uç Beyleri’ne sığnmak zorunda kaldılar. Sabık Mes’udîye müderrisi “Şeyh Mecd’ed-Dîn İsâ” Ertuğrul Gazi’ye, “Cemâl’ed-Dîn Aksarayî de Mısır’a iltica etmişlerdi. Şiîliğin uğradığı bu büyük faciayı istismar eden bazı Acem fırsatçıları Şîʿa-i Bâtın’îyye dâîsi sıfatıyla Batı Anadolu’ya kadar nüfuz etmekteydiler. Bu Bâtınî – Babalar Anadolu’da Türkmen aşîretleri arasında tam teşekküllü bir “Alevîlik Cereyânı” oluşturmağa muvaffak oldular.
O yüzyıllarda, Selçuklular zamanında fa’aliyet gösteren en etkin Tasavvufî-Bâtınî-Tarikât mensupları Melâmetî, Kalenderî ve Haydarîler’den oluşmaktaydı. Bu Bâtınî-Tarikât temsilcileri daha ziyâde göçebeler arasında barınan ve halka hitap etmekle görevli olan “Babalar” idi. Eğitimli çevrelerden uzakta yaşayan bu “Bâtınî-Babalar” yüzyıllar boyunca beri kulaktan kulağa yayılan hurafelerle yıpranmış olan nakilleri bir veli tipi kanalıyla tasvir etmek suretiyle, ve bu efsaneleri bir takım hârikalar ve kerâmetler ile süsleyerek bedevî ruhunun hoşlanacağı koşmalar, rubâîler, destanlar şeklinde halka anlatıyorlardı. “Bâtınî-Türkmen Babaları” Oğuz boylarının anlayacakları bir dilde, efsane ve masalları ilâhî bir hava ile içerisine İslâmî bir boyutu da ilâve etmek suretiyle halka sunmak hususunda çok başarılı oluyorlardı.
On ikinci yüzyılda Bağdat’ta Abdülkâdir Geylânî ve Şihab’ed-Dîn Ömer Sühreverdî, Konya’da ise Mevlâna Celâleddîn Rûmî, Endülüslü Muhy’id-Dîn-î Ârabî, Lem’at yazarı Fahreddin Irakî ve Sadr’ed-Dîn Kunevî gibi farklı geleneklere mensup tarikât pîrlerinin yayınlarla meşgul oldukları görülmektedir. İslâmî çevreler içinde tasavvufun pek revaçta olduğunu anlamamıza yardımcı olan bunca meşhur şahsiyetlerin arasında özellikle de Save’deki Kutb’ûd-Dîn Haydar tekkesi bu yüzyıldaki en tanınmış zâviyelerin başında gelmekteydi.
Meşhur Velâyet-Nâme onu Şiîliğin unvan mezhebini taşıyan Câ’fer-i Sâdık’tan Beyazid Bistâmî’nin getirdiği hırkayı giymiş olan “Lokman Perende” vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevî’ye bağlar. Velâyet-Nâme üzerinde uzmanlaşmış yazarların nakletiklerine göre Hacı Bektâş’ın tarikât silsilesi önce Kutb’ûd-Dîn Haydar’a, ondan da Lokman Serhasî’ye, ve oradan da Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyas el-Horasanî vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevî’ye bağlanmaktadır. Âşık Paşa tarihinde ise “Hacı Bektâş” Horasan’dan “Menteş” adındaki kardeşiyle beraber Sivas’a gelerek Baba İlyas Horasanî’ye mürid oldular. Bu intisaptan sonra Hacı Bektâş önce Kayseri’ye oradan da Kırşehri’ne geldi, sonra da Karacahöyüğe yerleşti. Buna göre Hoca Ahmed Yesevî müridlerinden olduğuna dâir rivayetin doğru olmadığı anlaşılıyor.43
Tezkire-i Eflâkî’ye göre “Hacı Bektâş” Rûm’da “Baba Resûl” derler bir Erin halifesiydi. Bektâş o yüzyılda mesnevîleri ve gazelleriyle bütün tasavvuf âleminde saygıyla anılan Mevlânâ Celâl’ed-Dîn-i Rûmî’ye bazı sualler sormak için müridi Baba İshâk Kefersudî’yi Konya’ya gönderdi. Şeyh İshâk Konya’da Mevlânâ’nın yanına vardığında onu zikr’üs-semâ’yla meşgul buldu. Mevlânâ ise keşf ve kerâmet yoluyla sorulara önceden vâkıf olduğundan daha Şeyh İshâk’ın sorularını sormasına fırsat tanımadan bir dörtlük şeklinde başka sorular yöneltmek suretiyle yanıt verdi. Şeyh İshâk kendisini, sualin ve mısraların zamirinde yatan amacın yanıtını almış addetmek suretiyle geri dönerek keyfiyeti Hacı Bektâş’a nakletti. Sultan Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd-ı Evvel’ın oğlu Gıyas’ed-Dîn Key-Hüsrev-i Sâni devrinde yaşadığı anlaşılan Hacı Bektâş’ın Anadolu’da nüfuz sâhibi Şiî dâîlerden birisi olduğu anlaşılmaktadır. Selçuklu Sultanları arasındaysa Süleyman’dan başka Şiî olan bilinmemektedir. Bir başka rivayete göre ise bu “Şiîlik Hareketleri” Hacı Bektâş’ın şahsiyetinde değil de ona tâbi olanlara mahsustu. Şekayık’a göre Hacı Bektâş’ın Şeyh İshâk gibi diğer müridleri arasında da “Melâhide-i Bâtıniyye” i’tikadını paylaşan pek çok dervişler mevcuttu.44
Hacı Bektâş Horasan’dan Anadolu’ya göç ettikten sonra Suluca Karahüyük’te otuz altı sene “Horasan Melametîliği kökenli On İki İmamcı Tasavvufî–Bâtınî İslâm” i’tikadını neşriyât ile meşgul oldu ve bu süre zarfında aralarında Cemâl Seyyid, Sarı İsmâil, Kolu açık Hâcim Sultan, Baba Resul, Birap Sultan, Recep Seyyid Sarı Kadı, Ali Baba, Burak Baba, Yahya Paşa, Sultan Bahâ’ed-Dîn, Atlaspuş ve Dost Hüda Hazreti Sâmet gibi meşhurların da bulunduğu tam otuz altı bin halife yetiştirdi. Ölümünün yaklaştığını hisseder hissetmez her birini bir memlekete yolladı. Bunların bazılarının hâllerini Velâyet-Nâme anlatmaktadır.45 Hacı Bektâş’ın Horasan Melametîliği kökenli Bâtınîliğin Anadolu’daki neşri fa’aliyetleri tartışmasız hâyrete şâyan olmakla beraber bu meyândaki teşkilatlanmanın ana merkezinde Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyas el-Horasanî bulunmaktaydı. Eflâkî’nin Baba Resul’ü Hacı Bektâş’ın şeyhi olarak göstermesine karşın Velâyet-Nâme tersini iddia etmektedir. Burak Baba’nın da Tokatlı olduğuna dair söylenti ile Hoylu olduğuna dâir ihtilâf da aynen buna benzemektedir. Velâyet-Nâme’nin nakilleri, Milâdî 1271 tarininde vefât ettiği bilinen Hacı Bektâş’ı Orhan Gazi devrinde sağ olarak göstermek gibi daha birçok yönden tenkit edilmeye açık kalan çelişkileri ihtivâ etmektedir.
Anadolu’da Alevî, Bektâşî, Kızılbaş, Dazalak, Hurûfî, Rum abdalları, Kalenderîler, Melâmiye, Haydariye, Câmiye, Şemsiye, Edhemiye gibi Bâtınî kolları birbirleri ardından ortaya çıktıkları gibi bütün bu çeşitli yolların dinî hükümlerdeki ihtilâflarına rağmen kendi aralarında “Bâtınîlik” konusunda ortak bir zeminde birleşmekteydiler. Taşıdıkları Bâtınî akideler ise hep Mısır Fâtımî dâîleri ile Suriye Bâtınilerinin telkinlerini ihtiva etmekteydi.
Çeşitli Türk kabileleri Anadolu’ya göç etmeğe başladıklarında özellikle de Anadolu Selçukluları’nın en debdebeli devri olan Büyük Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd’ın iktidarına rast gelen zaman dilimi içerisinde Anadolu’da Şiîlik bir hâyli ilerlemiş, ve İkinci Gıyas’ed-Dîn Key-Hüsrev’in saltanatının başlangıcında Babâîler İhtilâli patlak vermiş ve Hacı Bektâş da bu arada çok kuvvetli nüfuz sahibi bir şahsiyet olarak ortaya çıkmıştı. Vilâyetnâme’ye göre Sultan Âlâ’ed-Dîn bile, Şamanî Türkler’in İslâmiyet’e girmelerine bir vesile olan Hacı Bektaş’ın hâlifesi “Kara Donlu Can Baba” dolayısıyla hünkâra karşı derin bir hürmet beslemekteydi. Hacı Bektâş’ın yurt edindiği Kırşehir yolu Dulgadır Türkmenleri’nin arasından geçmekteydi. Bu nedenle Halep, Adana ve havalisinde yaşayan Türkmenler arasında hünkârın adı saygıyla anılmaktaydı. Akşehir’deki “Mahmud Hayranî” ile Sivrihisar’da yaşayan “Yunus Emre” de hünkâra âhid verenler arasındaydı. Ahlat'ta da Hoylu Burak Baba’nın müridlerinden “Baba Emîrci” bulunuyordu. O devirlerde Anadolu’daki Bektâşî nüfuzunun en hâkim bulunduğu yerler arasında Ankara, Sivas, Konya, Kayseri, Kırşehir ve güneye doğru yayılmış olan Türkmen Aşîretleri’nin yerleşmiş oldukları vilâyetlerdi.46
Anadolu Selçukluları dönemi ile Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sürecinde “Âhilik” Anadolu’daki sosyal yaşantının gelişmesine çok önemli katkılarda bulunmuştur. Kendi kural ve kurullarına sahip, günümüz esnaf odalarına benzer bir işlevi olan “Âhilik Teşkilatı” iyi ahlâkın, doğruluğun, kardeşliğin, yardım severliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir. Âhiler’in reisi olan ve Kırşehir’de yaşayan Ahi Evran’nın Hacı Bektâş Veli ile de dostlukları vardı. Sivas’taki Âhiler çok geniş bir teşkilâta sahip oldukları gibi Babâîler ile de sıkı münasebetlerde bulunuyorlardı. Bayburt’taki Âhiler’in başkanlığına ise “Âhi Emîr Ahmed Bayburdî” getirilmişti.
Anadolu Selçukluları’nın yıkılmasından sonra ise Karaman Oğlu Mahmud Bey’in Konya’ya hâkim olması üzerine, o devre kadar devletin resmî dili olan Farsça’yı yasaklayarak Türkçe’nin konuşulmasını emretti. Bu karar en fazla Bâtınî-Şiî babaların amaçlarına yardımcı oldu. Oba ve yaylâlarda yaşayan ve kentleşememiş olan Türk aşîretleri ve bütün Türkmenler kendilerine öz dilleriyle hitap eden bu Şîʿa-i Bâtın’îyye Babalarına candan gönül vererek kuvvetle bağlandılar.
Bu bölgede Bektâşîliğin yayılması maksadiyle Hacı Bektaş’ın halifelerinin üçüncüsü olan Hâcim Sultan memur tâyin edilmişti. Kermeyan Beyi Uşak civarında “Susuz Köyü” yurt olarak Hâcim Sultan’a vermişti. Daha Hacı Bektaş hayâttayken Bektaşîlik Batı Anadolu’ya yayılmıştı. Hattâ onun mânevî himmetiyle Batı Anadolu fethedilmişti. Germeyan Bey’in yönetimi altındaki ordu Kütahya, Tavşanlı, Altuntaş, “Kermeyan Kalesi” diye meşhur olan kaleyi, Denizli, Uşak, Sandıklı ve Işıklı’yı aldı. Kermeyan Vilâyetinde kışlak ve yaylâk tutan “Akkoyunlu Aşîreti” baştanbaşa Hacı Bektaş’ın halifesi olan Hâcim Sultan’a intisap etmişlerdi.47 Germeyan Bey fethettiği memleketlere “Bey” oldu. Akdeniz sahillerine de önemli bir askerî kıt’a sevk etti. Ayrıca, Balıkesir, Edremit ve çevresini fethetti.
H. 656 / M. 1258 yılında Bağdad Abbâsîleri’nin çökmesi sonucu Mısır’a kaçmayı başaran ayni aileden “Mûstensir bil-Lâh Ahmed bin Zâhir” Mısır hükümdarı “Melik Zâhir” (Baybars) tarafından M. 1261 tarihinde hilâfete geçirildi. Bu durum “Alevîler” tarafından eskiden kendilerine ait olan Fâtımî hilâfet makâmının gasp edilmesi olarak algılandı. Fâtımî halifelerinin yeniden canlandırılması ve Mısır’ın gelecekteki siyâsî güvenliğinin teminat altına alınmasına yönelik bir tedbir mahiyetinde olan bu hareket, yeni Mısır Abbâsî hâlifesinin konumunu da Mısır hükümdarının yanında bir tekke şeyhinden fazla bir nüfuza sahip olamayan bir kukla durumuna indirgiyordu. Durumun kendi aleyhlerine vahim bir şekilde geliştiğini çabuk kavrayan Alevîler olanca güçlerini Moğol Kaanları’nın teveccühünü kazanmak için sarfetmeğe başladılar.
Büyük Moğol istilâsının başladığı devirlerde Bâtın’îyye, Zeyd’îyye, İmâm’îyye, İsnaʿAşer’îyye ve Ghulat-i Şîʿa’dan müteşekkil fırkalar Mısır, Şam, Irak, Arap ve Acem, Azerbaycan, Fâris ve Horasan ülkelerine yayılmışlardı. Cengiz Orduları’nın Harezm ülkelerine doğru hareket etmeğe başladıklarındaysa bu mezheplerin mensupları da Cengiz Orduları’nın önünden kaçarak Orta Asya’dan batıya doğru göç etmek zorunda kalmışlardı.
İmamiyye’nin ulularından addedilen “Seyyid Kıvâm’ed-Dîn Mer’aşî”, Şiîliğin en kuvvetli câzibe merkezi olarak hizmet veren ve Horasan kıt’asının merkezî konumunda bulunan Âmûl kentindeki tekkesinden, bütün “Şîʿa-i Bâtınî’yye” hareketlerini denetim altında tutmaktaydı. Bu devirde Horasan Valisi olan “Efrasiyab” da derviş elbisesi giyerek Seyyid Kıvâm’ed-Dîn Mer’aşî’ye intisap edenler arasında yer almıştı. Fakat daha sonra Seyyid Kıvâm’ed-Dîn’in yükselen şöhreti karşısında kaygılanan öteki Âmûl âlimleriyle ittifak kurarak neyfedilmek üzere Kıvâm’ed-Dîn’i hapsettirdi. O gece Efrasiyab’ın veliâhtı Seyf’ed-Dîn’in aniden vefat etmesi halkın Seyyid hakkındaki i’tikatlarının daha da kuvvetlenmesine sebep oldu. Halk zindana hücum ederek Seyyid Kıvâm’ed-Dîn’i oradan kurtarıp başlar üzerinde taşıyarak “Rabo” köyündeki tekkesine getirdiler. H. 730 / M. 1330 tarihinde ise Kıvâm’ed-Dîn’nin üzerine Efrasiyab komutasında hücuma kalkan “kuvayi te’dibiye” de ağır bir yenilgiye uğradı. Bu müsademede Efrasiyab ile birlikte bulunan üç oğlu da Seyyid’in müridleri tarafından öldürüldü. Üç yüz dervişiyle birlikte Mazenderan dağlarının en sarp yerlerine çekilen “Seyyid Kıvâm’ed-Dîn Mer’aşî” o yörelerin mutlak hâkimi oldu.48
Nezarî ve Kuhistanî gibi Şîʿa-i Bâtıniye dâîleri ise Moğollar’ın aldıkları bu ağır yenilgiden hiç de müteessir olmayıp, bilâkis olanca güçleriyle Kuhistan ve Kom gibi koyu Bâtınî merkezlerinde fa’aliyet ve neşriyâtlarına olanca güçleriyle devam ettiler.49 Şirâzlı Kadı’ûl-Kazat Muhabb’ed-Dîn Ebû İbrahim Temimî’nin sarfettiği tüm çabalara rağmen Faris vilâyeti ahalisi “Şîʿa-i Bâtıniye” mezhebine girmişlerdi.50 Olcaytu’nun vefatından sonra tahta oturan İlhanlı hükümdârı Ebû Said Bahâdir Han’ın sünnîleri himâye etmesi neticesi devrin meşhur sufîlerinden Alâ’ed-Devle Semnanî ile Abd’ûr-Razzak Kâşî’nin zâviyeleri epey alâka ve ehemmiyet görmeğe başlamıştı.51 Maverâünnehir’de bir yüzyıldan daha uzun süren buhranların sebepleri arasında “Sultan Ebû Said Bahâdir” iktidarının yetersizliği ve Şiî dâîlerle girişmiş olduğu mücadeleler başta gelmekteydi.52 Ebû Said Bahâdir Han’ın H. 736 / M. 1336 tarinde vefatı üzerine Hulâgû’nun erkek evlâdından gelen soyu da böylece tamamen kurumuş oldu. Ebû Said’in vefâtını müteakip ortaya bazı küçük devletçikler ortaya çıktı. Bu yeni “Emaretler” arasında en fazla göze çarpan iki hükûmetten birisi “Emîr Çoban” diğeri ise “İlkâniyan” adını alan Celâyiroğulları’ndan “Emîr Hasan” sülâlesiydi. Muzafferîler de, Serbedârlar da siyâsi birer oluşum yarattıktan sonra Timur’un ortaya çıkmasıyla yok olup gittiler.53
Serbedârlar tarafından sürekli olarak desteklenen ve himaye edilen Şia-i Bâtıniye mezhebi bu sayede yaptığı hamlelerle yeniden hayât bulmağa uğraşmaktaydı. Serbedârlar hükûmeti Horasan’da meşhur Ebû Bekir Beyhakî’nin de memleketi olan Beyhak kasabasına bağlı “Şîʿa-i Bâtıniye” mezhebinin en yaygın olduğu “Paştin” köyünde doğan Abd’ûr-Razzak adında bir kişi tarafından kurulmuştu.5455 Şeyh Cevrî’nin hâlifesi Emîr Seyyid İzz’ed-Dîn Suğundî’nin nâkibi olan “Seyyid Kıvâm’ed-Dîn” daha İlhanlılar devrinde “Mazenderan” ve “Sari” yörelerinde şiddetli Şiî propagandalarını başlatmış bulunmaktaydı. Bu devirde Horasan’da hiç eksik olmayan isyânların başında mutlaka bir şeyh ya da Şia-i Bâtıniye tarafından idare edilmekte olan bir zâviye bulunmaktaydı. H. 737 / M. 1337 yılında Serbedârlar Hükûmeti’nin kurucusu olan Abd’ûr-Razzak’ın kardeşi Vecd’ed-Dîn’in de aralarında yer aldığı çok mühim kuvvetlerle Tus şehrinin üzerine yürüyen Hasan Cevrî müridlerinden “Derviş Aziz” tarafından Horasan’da büyük bir ihtilâl çıkartıldı. Türkistan, Belh, Tirmiz, Herat, Hâf, Khûhistan, Kerman, Meşhed, Nişapur gibi büyük şehirlerin tamamı Hasan Cevrî müridlerinin denetimi altına alındı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Osman Gazi’nin kayınpederi “Şeyh Edebali” ile Yıldırım Bayezid’in eniştesi “Emîr Şems’ed-Dîn-i Buharî” tarafından, Kirmastı’da meşhur “Geyikli Baba”, Antalya Elmalı’da “Abdal Mûsâ” ve Eskişehir Karacahisar’da “Kumral Baba” gibi daha birçok “Şia-i Bâtın’îyye” dâîleri adına zâviyeler yaptırılarak bunlara büyük vakıflar bağlanmıştı. Kazdağı yamaçlarında yaşayan Yürükler’in haraç rüsumları *“Emîr-i Buharî Zâviyesi”*ne tahsis edilmişti.5657 İkinci Murad’ın ise her şehirde muakkak bir tekke yaptırdığı ve Üçüncü Murad Han’ın ise tasavvufî şiirleriyle Osmanlı Padişahları arasında ayrıcalıklı bir mevkiye sahib olduğu bilinmektedir. Fatih’in ûlema ve şeyhlere verdiği önemi ise Mevlânâ Câmî’ye gönderdiği paralardan ve Maverâünnehre bulunduğu ihsanlardan anlaşılmaktadır. Fatih, Hoca ÛbeydʿAllâh-ı Ahrar’ın halifelerinden Şeyh’ûl-İlâhî Semâvî’yi de Edremit’ten alıp İstanbul’a getirtmişti. Ayrıca, Sadr’ed-Dîn Kunevî’nin “Cem’ûl-Gayb” isimli meşhur eserini şerhettirmiş ve İstanbul Zeyrek yokuşunda adına bir de zâviyye inşâ ettirmişti. Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Veli’yyûl Horasanî’ye göre Batı Anadolu’nun fütuhatı Hacı Bektâş’ın hâlifeleri sayesinde gerçekleştirimiş olup, Osman Gazi’de Hünkâr’dan nâsip alanlar arasındandır.58596061
Timur’un Ankara Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nu mağlûp etmesi neticesi buralara iskân edilmiş olanTürk aşîretleri Timur’un oğlu “Mirza Cihan Muhammed” ve ümeradan “Şeyh Nur’ed-Dîn” tarafından kuşatıldılar. Timur, “Sizi asıl vatanınız olan Tûran’a geri götüreceğim”, dedi. “Mihan Hicreti” esnasında Câ’ber Kalesi’nde Kayı Han'lılarla beraber “Yurger”, “Koson”, “Kış Timur”, “Varsak”, “Kara İsâ”, “Arez”, “Gündüz” adındaki Ertuğrul Bey’den ayrılmış olan aşîret beyleri Çukurova’da yurt edinmişlerdi. Selçuklular’ın ilk Anadolu istilâlarıyla yürüyen ve iki yüz seneden daha uzun bir süredir buralarda yaşamakta olan “Varsak”, “Ulus”, “İbramyialı”, “Kılaz”, ve “Kubaş” gibi daha birçok kabileler büyük telâşa kapıldılar. İçlerinde Timur’un bu önerisini kabul etmeyen aşîretler, cebren Tûran’a göç etmeye zorlandılar. Bu tehcirden kaçmaya muvaffak olanalar ise Uç Anadolu’ya doğru ilerlediler. Timur Kütahya’dan otağını Gürcistan’a taşıyana dek de yerlerini hiç değiştirmediler.62
H. 807 / M. 1405 yılında Timur’un vefât etmesi üzerine Türkistan’a nakledilmiş olan Alevîler de Harezm’e geldiler. İki yıldan daha uzun bir süre bu muhitlerde kaldıktan sonra ise döne dolaşa Osmanlı topraklarına geri geldiler. Oralarda konup göçleri enasında binbir türlü değişik akidelerin etkisi altında kaldılar. Selçuklular devrinden beri süregelen Şiîlik telkinlerinin tesirleriyle pürüzleşmiş olan âkideleri Harezm ülkesinde kaldıkları zaman zarfı içinde tamamıyla bu mezhebin nüfuzu altına girmeleriyle en son hâlini aldı. Dokuzuncu Hicrî asırda, Harezm’den Anadolu’ya geri dönen bu aşîretlerin yerleştikleri muhitlerde “Şîʿa-i Bâtın’îyye Babaları” bir hâyli nüfuza sâhip bulunuyorlardı.
Orijinal kaynak: alevilik tarihi. Creative Commons Atıf-BenzerPaylaşım Lisansı ile paylaşılmıştır.
Jurdi Abisaab, Converting Persia: Religion and Power in the Safavid Empire, London, 2004. ↩
Tahir Harimî, Naklî İlimler Tarihi – Kelâm Tarihi. ↩
M. Şerafeddin, Mazîden Âtiye, 1933. ↩
Professör Fuad Köprülü, Türk Tarihinde İlk Mutasavvıflar. ↩
Hilmi Ziyâ, Mihrap mecmuaları – Anadolu’da dinî ruhiyât müşahedeleri, 1923. ↩
Massignon, Louis, Essai sur la lexique du mystique musulmane. ↩
Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları – Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin menşe’ ve akideleri, Sayfa: 231, Ahmet Sait baskısı. ↩
Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları – Türkler arasında İslâmiyet’in intişarı ve Şiîlik cereyanları: İlm’û-Cifr’in icâdı, Sayfa: 42, Kanaat Yayınları, Ahmet Sait baskısı, 1940. ↩
Öz, Mustafa, Mezhepler Tarihi ve Terimleri Sözlüğü, Ensar Yayıncılık, İstanbul, 2011. [Muhammed bin İsmâ‘il bin Câ’fer’in eğitmeni olan kişinin adıdır. Daha sonra oluşan Bâtınîlik Mezhebi’nin i’tikadî ilkelerini tespit etmiştir.] ↩
Öztürk, Yaşar Nuri, En-el Hak İsyanı – Hallâc-ı Mansûr (Darağacında Miraç), Cilt 1, Sayfa 61, Yeni Boyut, 2011. [Bâtınîliğin kurucusu olan Muhammed bin İsmâ‘il’in gizli kod adı olan bu isim aynı zamanda pek çok kişi için de kullanılmıştır.] ↩
Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları – Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin menşe’ ve akideleri, Sayfa: 233, Ahmet Sait tab’ı. ↩
Öztürk, Yaşar Nuri, İmâm-ı Â’zam Savunması, Şehid bir önder için Apolocya, – Zâlimlere isyânı imân ve ibâdetin esâsı olarak tanıttı: “Bedir” sembolünden rahatsız olanlar, Sahife 158-161, İnkılâp, İstanbul, 2010. ↩
Belâzür, Ensâbû’l-Eşrâf, Sahife 344-369. ↩
İbni Esir, Cilt: 5, Sayfa: 24. ↩
Hıttat-ı Markizî, Cilt: 2, Sayfa: 492. ↩
Jorji Zeydan, Medeniyet-i İslâm’îyye Tarihi, Zeki Magemez tercümesi. ↩
Fetâvâ-yi Gıyasiye. ↩
Öztürk, Yaşar Nuri, İmâm-ı Â’zam Savunması, Şehid bir önder için Apolocya, – Kur'an’ın tercümesiyle namaz kılınabileceğine fetvâ verdi: Ne dediğini anlamadan okumak Şeytan aldatmacasıdır, Sahife 104 ve 108, İnkılâp, İstanbul, 2010. ↩
Balcıoğlu, Tahir Harimî, Mezhep Cereyanları – Alevîler’in mühim fa’aliyete geçmeleri ve Türkistan’a Alevî dâîlerinin yayılmaları, Sayfa 50, Hilmi Ziyâ Neşriyâtı, Ahmet Sait Tab’ı, 1940. ↩
Sahayîf’ûl-İhbâr, Cilt 2, Sahife 410. ↩
Ebû Zekeriya Muhammed Kazvinî, Mehas’ûl-Belden. [Orhan Kütüphanesi’ndeki yazma nüsha, Bursa]. ↩
Sahaif’ûl-Ahbar, Cilt 2, Sayfa 391. ↩
Hayrullah Efendi, Hayrullah Efendi Tarihi, Cilt 1, Sayfa 422. ↩
Brown, İran Edebiyat Tarihi. ↩
Manichéisme: Eski Mazdeist, Babil ve Hristiyan i’tikatlarını birleştiren düalist bir mezhep. ↩
Abdülkerim Şehristanî, Milel-û Nihal. (Ali İlâhîleri anlatırken, göğün gürlemesinin Ali bin Ebu Talib’in sesi, yıldırımlarınsa onun kamçısı olduğuna inanıldığını nakletmektedir. Ali’de ulûhiyet bulunduğunu iddia eden delillerden biri de onun Hayber Kalesi’nin kapılarını kimsenin yardımı olmadan koparıp atmasıdır.) ↩
Reşehat-ı Ayn-ûl’Hayât, (ʿAbd Allâh ibn-î Seba’ tarafından kurulan bir başka ghulat fırkanın i’tikadı içinde ise Ali’nin tam ulûhiyetiyle beraber Şehristanî’nin nakillerinden başka, göğün gürlediği anda bunların “Ve Aleyk-üs Selâm Ya Eyyüh-el’Emîr” dedikleri de kaydedilmektedir. Ali’nin tam ulûhiyeti çeşitli biçimlerde bütün Şîʿa kollarında mevcuttur.) ↩
Tefsir-î Keşşaf, Cilt: 1, Sayfa 1361.[Âl-î İmrân sûresinin yedinci âyetinde bu te’vilâta dair beyânat vardır. (Âl-î İmrân sûresinin yedinci âyeti: Sana bu muazzam kitâbı indiren O’dur. Onda Kitâb’ın temelini oluşturan kesin anlamlı (muhkem) âyetler vardır, diğer bir takımları da müteşâbihattır (çeşitli anlamları olanlardır). Ama kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve te’vilini aramak (kendi keyiflerine göre yorumlamak) için sadece onun müteşâbih (çeşitli anlamlı) olan âyetlerinin ardına düşerler. Hâlbuki onların gerçek yorumunu (te’vilâtını) ancak Allah bilir. İlîmde rusûhu (derinleşmiş) olanlar da: “Âmennâ, biz ona imân ettik, hepsi Rabbimizin indindendir (katındandır),” derler. Gelgelelim, bunları ancak akıl sâhiplerinden başkası düşünemez.)] ↩
Sahaif’ûl-Âhbar, Cilt 2, Sayfa 675. ↩
Mollâ Câmî, Nefehât’ûl-Üns. (Nefehât tercemesinde: İslâm rüpkasını boyunlarından çıkarıp atmış olan şol tâife ki, zamanımızda Kalenderîlik adiyle malûm olmuşlardır, bu add’olunan evsaftan hâlidirler ve bu isim onlara âriyettir. Anlara “Heşevîye” derlerse muvafıktır. “Melâmiye” için da’vayı ihlâs ederler ve izhârı fısk ve fücurda mübalâğa kılurlar”, diye yazmaktadır.) ↩
Celâl’ed-Dîn Süyûti, Câmi’ûs-Sagir. ↩
İbn-i Asâkir. ↩
Nûr’ûl-Hüdâ. ↩
Tezkire-î Eflâkî. [Selim Ağa Kütüphanesi, Üsküdâr-İstanbul, Farsça yazma nüsha]. ↩
Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları – Yedinci ve Sekizinci Hicret asırlarında Anadolu’da Şiîlik, Sayfa 161, Ahmet Said Baskısı, 1940. ↩
Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları – Şia-i Bâtın’îyye’nin Moğol ve Türk aşîretleri arasındaki telkinleri, Sayfa 87, Ahmet Said Baskısı, 1940. ↩
İbn-i Bibi. ↩
Hüseyin Hüsamettin Efendi, Amas’ya Tarihi, Cilt 2, Sayfa 359. ↩
Hayrullah Efendi, Hayrullah Efendi Tarihi, Cilt 1, Sayfa 29. ↩
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Sayfa 75. (Kutb’ûd-Dîn Haydar’ın vefât tarihinin M. 1222, Hacı Bektâş’ın ise doğum tarininin M. 1209 olduğu göz önüne alınacak olunursa Kutb’ûd-Dîn Haydar’ın vefâtında Hacı Bektâş henüz on üç yaşındaydı. Daha evvel müridi olması halinde bu rivâyetin mümkün aksi takdirde ise zayıf olduğu aşikârdır.) ↩
İbn-i Hallikân Kenarı, Şekayık. ↩
Balcıoğlu, Tahir Harimî, Mezhep cereyanları – Hacı Bektâş 36 bin halife yetiştirdi, Sayfa 184, Ahmed Said tab’ı, Hilmi Ziyâ neşriyâtı, 1940. ↩
Hâcim Sultan Vilâyetnâmesi ↩
Hayrullah Efendi, Hayrullah Efendi Tarihi, Cilt 4, Sayfa 22. (Seyyid Zâhir’ed-Dîn’in Taberistan tarihinden naklen.) ↩
Tezkire-i Devlet-Şâh, Sayfa 64. ↩
Tabâkât-ı Süpkî, [Kütüphane-i Umumî, yazma nüsha, No: 956]. ↩
Mevlânâ Câmî, Nefeat’ûl-Üns. ↩
Hâfız Ebrû, Zübdet’ût-Tevârih. ↩
Düvel’il-İslâmiyye, İngilizceden tercüme eden Hâlil Edhem, Sayfa 356. ↩
Sahâif’ûl-İhbâr, Cilt 3, Sayfa 16. ↩
Ravzat’ûl-Saffaç, Cilt 5, Sayfa 243. ↩
Tahir Harimî, Tarihte Edremit Şehri. ↩
Siret Celâl’ed-Dîn-i Menkûbernî. ↩
Necip Asım, Türk Tarihi. ↩
Müneccim Başı, Cilt 3, Sayfa 314. ↩
Ne Demek sitesindeki bilgiler kullanıcılar vasıtasıyla veya otomatik oluşturulmuştur. Buradaki bilgilerin doğru olduğu garanti edilmez. Düzeltilmesi gereken bilgi olduğunu düşünüyorsanız bizimle iletişime geçiniz. Her türlü görüş, destek ve önerileriniz için iletisim@nedemek.page